Tez No İndirme Tez Künye Durumu
496406
Reclaiming the city square; social production of public space- Sultanahmet–Beyazit–Taksim Republican squares / Şehir meydanı savunusu; kamusal mekanın toplumsal üretimi-Sultanahmet–Beyazıt–Taksim Cumhuriyet meydanları
Yazar:MERİÇ DEMİR KAHRAMAN
Danışman: PROF. DR. HANDAN TÜRKOĞLU
Yer Bilgisi: İstanbul Teknik Üniversitesi / Fen Bilimleri Enstitüsü / Şehir ve Bölge Planlama Ana Bilim Dalı / Şehir ve Bölge Planlama Bilim Dalı
Konu:Şehircilik ve Bölge Planlama = Urban and Regional Planning
Dizin:
Onaylandı
Doktora
İngilizce
2017
307 s.
Şehir meydanları ile kamusal mekân arasındaki ilişki, "kamusal" kavramının tarihsel olarak ilk kez ortaya çıktığı Antik Çağ Yunan şehir devletlerinin agoralarından günümüze birliktelik içerisindedir. Şehir meydanları geçmişten günümüze dek ait oldukları toplumların gündelik pratiklerine ve geçirdiği tüm toplumsal değişimlere de tanıklık etmişlerdir. Esasen, şehir hayatına ait tüm coşkulu anlar; bazen büyük kutlamalar, bazen büyük kalabalıkların itirazları, eğlencesi, tüm kucaklaşmalar ve hesaplaşmalar tarihe not düşülmek üzere meydanlardan sokaklara yayılarak şehirlere nüfuz eder. Meydanlar, ait oldukları toplumların tüm sahnelerinin gerçekleştiği mekânlardır ve toplumların geçirdiği tüm dönüşümlerin mekânsal, işlevsel ve anlamsal izlerini taşımaktadır. Şehir ölçeğinde düzenlenmiş her meydan egemen olanın temsil kabiliyetlerinin izi ve gölgesidir. Onun adını alır, ona adanır. Meydanın gerçekliği siyasal egemenin şehre kendi damgasını vurması ve şehirle beraber tüm sakinlerinin üzerinde de hakimiyetini ilanından doğar. Şehir meydanları toplumun ve siyasetin, egemenin ve karşıtının üretildiği ve yeniden üretildiği sonsuz bir döngü içinde yaşamlarına devam eder. Meydan politiktir, egemen olan her ne ve kim ise bazen bir diktatör veya kilise, bazen burjuvazi veya aristokrasi ya da sermaye veya saray onun hükmündedir. Üstelik bu tarihsiz bir gerçektir; Atina Agora'sından, Place de la Concorde'a bu gerçek değişmemiştir. Günümüzdeki işgal hareketleri (occupy) Madrid-Puerto de Sol Meydanı'ndaki 15M Hareketi'nden, Kahire-Tahrir Meydanı'ndaki Mısır Devrimi'ne, İstanbul- Taksim Cumhuriyet Meydanı'ndaki Gezi Park Hareketi'ne; hepsi bu gerçeğin birer göstergesidir; taleplerinin yanı sıra yer seçimleri de benzeşir: demokrasi ve şehir meydanları. Oysa "kamusal" mekânlar, mekânsal bilimler literatüründe son derece demokratik tarif edilmektedir; kamu mülkiyetinde ve/veya kamunun kullanımında, erişilebilir, kar amacı gütmeyen, tüm sokaklar, açık mekânlar ve diğer kamu tesisleri (UN-Habitat, 2016). Bizim bu çalışmaya temel olan sorun tespitimiz kamusal mekânların, mekânsal bilimler literatüründe yaygınca görülebilecek olan idealize edilmiş tanımlamaları ile söz konusu mekânların gerçeklik deneyimleri arasındaki çelişki üzerindedir. Gerçekten de ne ait olduğumuz toplumların bireyleri olarak, ne de şehir planlama disiplini mensubu olarak mekânsal bilimler çerçevesinde ürettiğimiz yayınlarda veya dinlediğimiz seminerlerde idealize ettiğimiz "kamusal" mekânları, gerçeklikte güçlükle deneyimleyebiliyoruz. Söz konusu sorun tespitimizin yanıtlarını tespitimizin kendi içinde arayarak, demokrasi ve meydan kavramlarının yan yana getirilmesi gerektiği öngörüsüyle bu çalışmanın temel motivasyonu; sosyal bilimler ve mekânsal bilimleri bir araya getiren bütüncül bir yaklaşım ve düşünce biçiminin çerçevesini tarif etmektir. Sorun tespitimiz doğrultusunda bu çalışmanın temel amacı, politik temsiliyet ifadesiyle kamusallığın yapısal dönüşümü doğrultusunda şehir meydanlarının işlevsel, mekânsal ve anlamsal evrimini ortaya koymaktır. Bu çalışmanın şehir planlama ve kentsel tasarım literatürüne en önemli katkısı, şehir meydanlarının tarihsel evrimini sosyal ve mekânsal bilimleri biraraya getirerek tartışmaya açmasıdır. Bu amaç ve motivasyon çerçevesinde ortaya koyduğumuz araştırma soruları aşağıda belirtilmiştir: (1) Kamusallık kavramının mekânsal ve sosyal bilimler çerçevesinde ele alınışları arasında nasıl bir ilişki vardır? (2) Egemen ve karşıt kamusallıkların temsiliyet mekânlarının toplumsal üretim süreci nasıl gerçekleşir? (3) Tarihsel süreç içerisinde şehir meydanları, değişen egemen ve karşıt kamusallıkların varlığında nasıl bir evrim geçirmiştir? Bu kapsamda çalışmanın ilk bölümünde kamusallık kavramının sosyal ve mekânsal bilimler çerçevesindeki ele alınışları "kamusal alan" ve "kamusal mekân" kavramlarıyla betimlenmiştir. Sosyal bilimler çerçevesinde "kamusallık", politik temsiliyet kabiliyeti ve görünürlülükle (appearance), bir başka deyişle eylem ve söylem aracılığıyla toplumsal yaşama dahil olmak olarak tanımlanır (Arendt, 1998). Kamusal alan kavramı ise kamusallığın fiziksel sınırlarının ötesini ifade eder (Habermas,1991). Kamusal alan ve kamusal mekân kavramlarına dair birbirinden farklı ele alışları, Iveson (2007) eylemsel ve topografik yaklaşımlar ayırımıyla tanımlamaktadır. Buna göre topografik yaklaşımlar "kamusal" kavramını mekânsal boyutlarıyla herhangi bir şehir dokusu içerisinde, o şehrin haritalarında belirli bir renkle ifade edilebilecek yine "belirli bir mekân türü" olarak ele alırken; eylemsel yaklaşımlar ise kamusal olanı, kolektif eylem ve diyaloğun gerçekleşebildiği "her yer veya herhangi bir yer" olarak ifade etmektedir. Genel olarak, kamusal alan kavramı "kamuoyu yaratma" eylemi ile ilişkilendirilirken, kamusal mekân "mülkiyet ve erişilebilirlik" düzeylerinde tartışılmıştır. Bu bağlamda kamusal alan kavramına dair geliştirilen tanımlamalar her ne kadar kamusallığın karmaşık doğasını, temsiliyetlerin mücadelesini anlamakta yardımcı olsa da, iletişimsel ve aracı bir fiziksel ortam gerekliliğinden bahsetmemekle mekânla ilişki kurmamaktadır. Bu bağlamda her yer ve ortam potansiyel olarak bir ifade kanalıdır. Oysaki ifade kanallarına erişim, düşünce, konuşma ve toplanma özgürlüğü liberal koşullarda dahi herkese sadece ideal olarak sunulmuştur (Iveson, 1998). Bu anlamda, toplumsal eşitsizlik koşullarında tekil bir kamusal alanın evriminden değil, çoklu kamuların (multi-publics) varlığı ve çoklu kamuların içerisinden doğan "egemen kamular" (dominant publics) ve onlara muhalif "karşıt kamuların" (counter publics) varlığından bahsetmek mümkündür (Fraser,1990). Bu anlamda kamusal alan, egemen kamular ve karşıt kamular arasındaki mücadeleler ile yeniden ve yeniden üretilir; kamusal alan mücadelelerin savaş dışı yollarla karara bağlandığı ortamdır (Kluge, 1993). Diğer taraftan, kamusal mekân kavramına dair geliştirilen tanımlardaysa kamusallığın politik ifadesiyle karmaşık doğası ve görünürlüğü (appearance) eylemsel ve söylemsel bir ifadeyle değil "gözle görünür olma" (visibility) ve "fiziksel erişim" (accessibility) ile sayısallaştırmaktadır. Burada mekânsal bilimlerin kavrayamadığı belki de en önemli nokta, egemenin temsiliyetinin karşıt kamuların da varlığına muhtaç olmasıdır. Zira temsiliyet, daima başkalarının varlığını gerektirir; görülmek ve duyulmak durumundadır. Dolayısıyla, fiziksel erişim her mekânı "kamusal" kılmayabilir. Kısaca her iki bilim alanı birbiriyle ortaklaşa bir zemin ifade etmese de, gerçek hayatta kamusallığın oluşmasının mutlak aracı konvansiyonel anlamda bile olsa "kamusal" mekândır. Egemen olanın kendini temsil edebilmesi için diğer kamuların varlığına ve kendi hükmünün devamlılığı için onların yokluğuna olan eş zamanlı ihtiyacı "politik temsiliyet paradoksu" ile açıklanmaktadır. Aynı paradoksal yapı ile işlerlik kazanan temsili demokrasi sisteminde, halkı temsil etmek üzere ve halkın oyları ile seçilen temsilciler, seçilebilmek için onların varlığına, fakat onları temsil edebilmek için eş zamanlı olarak onların yokluğuna ihtiyaç duyar. Doğrudan temsil kabiliyetini ispat eden, kitlesel itirazlarla varlığını, dolayısıyla da kamusallığını kazanan topluluklar temsilcilerine ihtiyaçları olmadığı veya o kitleyi artık temsil etmediği mesajını verdiği ölçüde, temsili demokrasi sistemi çökmeye başlar. Bu eş zamanlı varlık ve yokluğun egemen olanın temsiliyetini sarsmadan bir çeşit dengede kalmasının koşulu "itirazsızlık kuramı" (non-objection), yani "sessizlik" ile açıklanmaktadır (Pitkin,1967 & Runciman, 2007). Aksi takdirde egemen olan hükmünü kaybetmekle karşı karşıyadır; ancak yine de bugünün "karşıt" kamusu, yarının "egemen" olanı haline gelebilir. Diğer taraftan, "itirazsızlık" hem "kamusallık" hem de "demokrasi" kavramlarının özü ile birebir çelişki teşkil etmektedir. Dolayısıyla buraya kadar geliştirilen kavramsal tartışmadan çıkan en önemli sonuç, şehir meydanlarının neden karşıt kamuların temsiliyetine kapalı olduğu veya "işgal" (occupy) halinde olduğu konusunda fikir vermektedir. Hem İngilizce'de hem Türkçe'de kelime anlamı ile de karşılığı "bir yeri geçici süre ile ele geçirme" olan "işgal" hareketleri, "kamusal" mekânın "geçici karşıt kamusallıklar" sağladığına işaret etmektedir. Bu noktada, karşıt kamusallıkların temsiliyet mekânlarının toplumsal üretim sürecinin nasıl geliştiğini anlamak üzere Harvey (2012), Lefebvre (1970)'in heterotopik mekân tanımını hatırlatır; "düzendışı gruplar heterotopik mekânlar inşa eder, bunlar da nihayetinde egemen söylem tarafından ele geçirilir". Bu yönlendirmenin şu ana kadar geliştirdiğimiz tartışmayla birebir örtüşmesi nedeniyle ikinci araştırma sorumuza yanıtlar aramak üzere, Lefebvre'in mekân üretiminin çoklu/üçlü diyalektikleri yeniden yorumlanarak; özellikle heterotopik ve izotopik mekân kavramları, bu amaç doğrultusunda operasyonel hale getirilmiştir. Bu yeniden okumada Lefebvre'in farklı çerçevelerde birbiri üzerine geliştirdiği, birbiriyle örtüşmeden değişen gerilimlerde varolmaya devam eden üçlü mekân diyalektiklerinin; kapitalist üretim biçiminde egemen/soyut mekân ve kendilenen/farklılık mekânı arasındaki ikili bir gerilimi işaret ettiği görülmektedir. Burada egemen/soyut mekân değişim değeriyle eşdeğer işaret ve kodlarla, kendilenen/farklılılık mekânı ise kullanım değeri, mekânsal deneyimler ve sahiplenmelerle tariflenmektedir. Egemen ve soyut mekânlarla eşleşen izotopyalar birbiriyle aynılaşmış, karakteristik özellikleri silinmiş, önceden varolanı reddeden, homojen bir yapı sergilerken; kendilenen/farklılık mekânları eşleşen heterotopyalar egemen mekânın içsel çelişkilerinden doğarak geçici olarak bir şehir dokusunda varolan, heterojen ve nihayetinde egemen söylem tarafından ele geçirilen mekânlar olarak ortaya çıkmaktadır. Açıkça egemen mekân ve farklılık mekânlarının toplumsal üretimi, egemen kamusallıklar ve karşıt kamusallıklar arasındaki mücadelelerin mekânsallaşmasını işaret etmektedir. Buraya kadar geliştirdiğimiz teorik tartışma çerçevesinde, şehir meydanlarının evrimi ve kamusallığın yapısal dönüşümü; Antik Çağ'dan günümüze dek Avrupa örnekleri üzerinden, somut örneklerle altı karakteristik dönem içerisinde tanımlanarak zenginleştirilmiştir. Literatür araştırması, coğrafi veri üretimi ve haritalandırma yöntemleriyle sunduğumuz bu tarihsel dönemleme ile ulaştığımız sonuçlar aşağıda belirtilmiştir: (1) Tarihsel olarak şehir meydanlarının kökeni olarak kabul gören Agora'nın mekânsal organizasyonu, ancak demokrasi koşulları altında önem kazanmıştır. (2) Agora'nın içinde varolduğu, tarihin bilinen ilk "Doğrudan Demokrasi" modeli olan Atina Demokrasisi, "vatandaşlık" haklarıyla sınırlı olup; kadınlar, köleler, yaşlılar, çocuklar ve yabancıların dahil olmadığı sadece genç ve özgür Yunan erkeklerinin kamusallığı ile kısıtlı bir ifadesidir. Bir diğer deyişle şehir meydanları, varoluşundan itibaren değişen grupların kamusallığıyla kısıtlanmıştır. (3) Farklı yönetim biçimleri altında gözlemlenebildiği üzere, şehir meydanları ezici büyüklüğü ve gösterişli olduğu ölçüde toplumun daha geniş bir kısmının kamusallığı kısıtlanmıştır (Roma Cumhuriyeti – Roma İmparatorluğu veya feodal oligarşi ile mutlak monarşi dönemlerine ait şehir meydanlarının mekânsal organizasyonunda bu fark billurlaşır). (4) Tarih boyunca mekânsal organizasyon pratikleri, egemenin pragmatik taleplerine yanıt vermiş ve kamusallığın kısıtlanmasında araçsal bir rol edinmiştir. (5) Şehir meydanları hem egemenin hâkimiyet hem karşıt kamusallıkların dahil olma mücadelesinin mekânlarıdır. (6) Günümüz koşullarında şehir meydanları, neoliberal kentleşme politikalarının ve temsili demokrasinin paradoksal yapısının egemenliğindedir. Bu çerçevede, her tarihsel dönem için farklı şehir örnekleri sunmuş olmamız nedeniyle çıkarımlarımızda bir genelleştirme tehlikesiyle karşı karşıya kalmamak, bilakis doğrulamak ve detaylandırmak amacıyla şehir meydanlarının ve barındırdığı kamusallıkların evrimini; tek bir şehrin kendi tarihsel gelişim süreci içinde incelemek gerekli görülmüştür. Bu amaçla çalışmamızın son bölümünde yine Antik Çağ'dan günümüze İstanbul - Sultanahmet Meydanı (Hipodrom), Beyazıt Meydanı ve Taksim Cumhuriyet Meydanı örnekleri ele alınmıştır. Çalışmamızın bu bölümünde 1) literatür araştırması, 2) gazete arşiv taraması 3) coğrafi veri üretimi ve haritalandırma 4) mekânsal bilim profesyonelleriyle yapılan derinlemesine mülakat yöntemleriyle detayda geliştirilen bir araştırma sunulmuştur. Amacımız doğrultusunda dört karakteristik dönemde tanımladığımız bu bölüm, bir önceki bölümde daha genel olarak sunduğumuz çıkarımlarla beraber yorumlanmıştır. Bu bölümde ulaştığımız sonuçlar aşağıda belirtilmiştir: (1) Egemen temsiliyet her zaman kendini sadece konvansiyonel anlamda şehir meydanı olarak tanımlanan mekânlarda görünür kılmamıştır; Konstantinopolis Hipodrom'u bir şehir meydanı işlevi kazanmıştır. (2) Atmeydanı mekânsal organizasyonu sağlanmamış olmasına karşın, Hipodrom'un sosyo-mekânsal hafızasını korumuş; Osmanlı İstanbul'unun şehir meydanı işlevini kazanmıştır. (3) Egemen olanın kendini görünür kıldığı mekân ifadesiyle Hipodrom ve Atmeydanı örnekleri, mekânsal bilimler çerçevesinde ele alınandan farklı biçimde, sosyo-politik bir gerçeklik olarak şehir meydanı tanımı sağlamıştır. (4) Değişen mekânsal karakteristiklerine karşın merkezi konumu, ticaret ve yönetim gibi günlük hayatın parçası olan işlevlerle ilişkiselliği şehir meydanlarının değişmeyen özelliğidir. Zira temsiliyet kalabalıklara hitap etmektedir. (5) Teknik bir bilim gibi ele alınan ulaşım planlaması, kamusallıkların şehir meydanlarında görünürlülüklerini engellediği ölçüde (Beyazıt ve Taksim Cumhuriyet Meydanları'nda olduğu gibi) sosyolojik bir konu haline gelmektedir. (6) Gezi Park İşgal Hareketi ile Taksim Cumhuriyet Meydanı, karşıt kamusallıkların heterotopik mekân inşasına ve onun nihayetinde egemen söylem tarafından ele geçirilmesine örnek teşkil etmektedir. (7) Taksim Cumhuriyet Meydanı'nın 15 Temmuz 2016'da gerçekleşen darbe girişimi sonrasında Demokrasi Nöbetleri süresince kullanımı, paradoksal bir yapı ile işlerlik kazanan temsili demokrasinin mekâna yansıması örneği olarak ele alınmaktadır. (8) Yenikapı Dolgu Alanı'na "şehir meydanı" denilmesi, günümüzün işaretsizleştirilmiş, temsiliyetsizleştirilmiş mekânına ve kurulduğu günden buyana huzursuz demokrasisinin soyut mekân üretimine örnek olarak gösterilmektedir. Bu çalışma, mekânsal bilimlerde gerçekleştirilen "meydan" çalışmalarının sosyal bilimler çerçevesindeki farklı bakış açılarıyla entegre edilmesi sonucunda, disiplinlerarası bir model geliştirmiştir. Aynı zamanda çalışma, şehir meydanlarının mekânsal organizasyonuna dair araştırma ve uygulama çalışmalarının sosyo-politik boyutunun önemine dikkat çekmeyi hedeflemiştir.
The relation between city squares and public space has been in an adventure since the rise of the term "public" during the Ancient Era and the existence of Agora in Greek city-states for the very first time. In this adventure, city squares have witnessed everyday life practices and all the transformations of the societies to which they belong. Each square set on the city scale has been the stamp and the shadow of the representation of the power. City squares appear as political; whatever constitutes the power (here church and palace or bourgeoisie and aristocracy, there a dictator or capital) they have been under the domination of the power. Besides, it is a timeless fact, which has not changed from the Athenian Agora to Place de la Concorde. Contemporary social movements from the M-15 in Puerta del Sol Square – Madrid to the Egyptian Revolution in Tahrir Square – Cairo and to Occupy Gezi in Taksim Republican Square – Istanbul have been the reflections of this fact representing the similarities regarding their demands and their site selections; democracy and city squares. Whereas "public" spaces are described as highly democratic in the spatial sciences literature; "all places publicly owned or of public use, accessible and enjoyable by all for free and without profit motive including streets, open spaces and public facilities" (UN-Habitat, 2016). The problem description of this study emphasises the contradiction between the idealised definitions of public spaces and the actual experiences of them; social and actual production of public space does not overlap with idealised definitions of them from the domain of the spatial sciences. It has been envisaged that the concepts of democracy and city square should be brought side by side and making an inter-disciplinary interpretation thereof inevitably requires establishing a common ground between social and spatial sciences. Hence, the main motivation of this study as to bridge the gap between social and spatial sciences and to facilitate an inter-disciplinary approach that will enable the ground to better decode, design and defend the city squares. In accordance, the main aim of this study is to reveal the relation between the structural transformation of publicness in the sense of political representation and the spatial, functional and semantical evolution of the city squares. The most important contribution of this study to the city planning and urban design literature is to bring historical evolution of city squares up for discussion from the insights of both social and spatial sciences. The research questions in the context of this aim and motivation are as follows: (1) What are the relations in the discussions of the concept of publicness within the domains of social and spatial sciences? (2) How does the social production of representational spaces of the dominant and counter publics occur? (3) How has the city squares evolved throughout the history in the existence of transforming dominant and counter publics? In this context, (in Section 2) the discussions on the concept of "publicness" within the domains of spatial and social sciences are revealed based on the concepts of "public space" and "public sphere". Indeed, there are important differences in conceptualising "public" from the perspectives of social and spatial sciences which Iveson (2007:2-3) frames also as "procedural and topographical approaches". Topographical approaches frame "public" spatially, as "a specific kind of place" in a city which can be coloured on a given map as "public space". On the other hand, procedural approaches use the term "public" in reference to "any place" used for "collective action and debate". The definitions of "public sphere" enable the complex and dynamic structure of "publicness" to be operated and the struggles between different publics to be understood. In such an understanding, the entire world has been considered as a potential setting for expression. The conditions of social inequality indicate a mass of competing interest groups, which express the existences of "dominant publics" and "counter publics" that are born out of the struggles among "multi-publics" (Fraser, 1990). Here, it appears that struggles between dominant and counter publics, produce and re-produce the public sphere itself. The most important point here appears as the ignorance of spatial sciences that representation of the dominant requires the presence (access) of the other publics. In this sense, high degree of physical accessibility of any place also does not necessarily makes it "public". The simultaneous need for the absence and presence of other publics for the continuity of the representation of the dominant is explained by the "paradox of political representation". The only solution to the continuity of the domination in some kind of balance is explained as "non-objection criterion", which means "silence" (Pitkin, 1967 & Runciman, 2007). This theoretical discussion offers an idea about why city squares are closed for counter publics or "occupied". Since the act of "occupation" refers a temporary use of space, "occupy movements" could be consider as the temporary appearance of counter publics in "public" spaces. In order to understand the social production of "representational space" Harvey (2012) reminds Lefebvre's (1970) definition of heterotopia; "anomic groups construct heterotopic spaces, which are eventually reclaimed by the dominant praxis". Since this definition overlaps with former discussions, Lefebvre's multi-triads of spatiality have been reinterpreted and the concepts of isotopia and heteropia have been operationalised in order to offer answers to second research question. This re-interpretation revealed that what is lived, conceived, perceived in and on space does not overlap with each other; yet, they rather exist in tension with each other. This triad tension ends up with a dialectic tension between dominated/abstract space and appropriated/differential space in the capitalist mode of production, which indicates the social production of isotopias (of dominant publics) and heterotopias (of counter publics) and the spatialisation of the struggles between them. In order to elaborate the theoretical discussion with reflections on real cases, an original historical periodisation has been introduced in six phases each characterized by changing relation between "publicness" and "city square" offering examples from European cities in the period between Hellenistic times and today. The results of this historical periodisation that based on literature research and mapping methods are as follows: (1) As the origin of city squares, agora became important enough to be shaped within the conditions of democracy during the Hellenistic period of Western history. (2) Athenian (Direct) Democracy that shaped agora was based on having citizen rights and limited with the publicness of only young free male Greek citizens excluding women, slaves, old, children and foreign people. In other words, city squares have been restricted by the publicness of a limited spectrum of societies since their existence. (3) The more authoritarian governments get, the more exclusive publicness become for a greater spectrum of societies and the more glorious city squares become getting greater in size. (Differences become crystallized in the shifts from Roman Republic to Roman Empire or from feudal oligarchy to absolute monarchy.) (4) Spatial organizational practices have responded to the pragmatic demands of the power and have played an instrumental role in limiting publicness throughout history. (5) City squares have always been the spaces of struggles for both domination and involvement. (6) In contemporary conditions, city squares are dominated by the carriers of neoliberal urbanism and the paradoxical nature of representative democracy. In order to confirm and elaborate the results and not to fall in hasty generalisation; it has been deemed necessary to investigate the transformation of publicness and city squares together in one specific city throughout its own development history. In accordance, Sultanahmet, Beyazıt and Taksim Republican Squares of Istanbul have been investigated based on 1) literature survey 2) newspaper archives 3) mapping 4) in-depth interviews with professionals from the domain of spatial sciences in the period between Hellenistic times and today (in Section 4). Integrating the knowledge from the former discussions, in this section, an original historical periodisation has been offered in four phases again each characterized by changing relation between evolution of the cases and transformation of multi-publics that Istanbul has sheltered. The results are as follows: (1) Dominant representation does not always show itself at the conventional city squares; Hippodrome of Constantinople operated as a city square. (2) Although Atmeydanı remained as a left-over space under Ottoman rule, socio-spatial memory of Hippodrome survived and Atmeydanı of Ottoman Istanbul operated also as a city square. (3) Examples of both Hippodrome and Atmeydanı provide a definition of the city square as a socio-political fact beyond the conventional ones offered by spatial science studies, in the sense of the space dominated by the power. (4) Despite their various spatial characteristics, functional relations of city squares with surrounding commercial and governmental units etc., which are part of everyday life and their central locations, have been the absolute conditions in their existence. (5) Transportation Planning, which is considered as a field of technical sciences, becomes a sociological issue to the extent it blocks the appearances of different publics at the city squares (like in the examples of Beyazıt and Taksim Republican Squares). (6) The use of Taksim Republican Square during Gezi Park Occupy Movement appears as an example for the production of heterotopic (differential) spaces by counter publics that reclaimed by the dominant. (7) The use of Taksim Republican Square during Democracy Watch Rallies after the Military Coup Attempt of 15 July 2016 appears as an example for the spatial reflection of paradoxical nature of representative democracy. (8) Consideration of Yenikapı Event Site as a "city square" appears as the perfect example of the production of abstract space by unsignified, unrepresented and troubled democracy of today. This study offers an inter-disciplinary model integrating the knowledge from both the domains of social and spatial sciences. In addition, this study aims to draw attention to the importance of the socio-political dimension of spatial organization of city squares for further research studies and implementations.